Sedat Şenermen l Ahlaklı Olmak, Ekonomide De Birinci Derecede Olmazsa Olmaz Önem Ve Değerdedir 02 Ocak 2021, 16:35
AHLAKLI OLMAK, EKONOMİDE DE BİRİNCİ DERECEDE OLMAZSA OLMAZ ÖNEM VE DEĞERDEDİR
“Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?
Ve Biz ona belirgin iki yolu gösterdik.
Fakat o, o sarp yokuşa saldırmadı.
Ve o sarp yokuşun ne olduğunu sana ne bildirdi?
- Köleyi özgürleştirmektir.
- Veya salgın bir kıtlık gününde yakında bulunan bir yetime - Veya topraklara düşmüş; sürünen yoksula, işsize yemek yedirmektir.
Sonra da iman edip de sabrı tavsiyeleşenlerden ve merhameti tavsiyeleşenlerden olmaktır.” (Beled 90/8-17)
Ahlak, davranış biçimidir. Aslında kişinin yaşam biçimini oluşturan davranışları onun ahlakını oluşturur. İki tür yaşam biçimi olduğu biliniyor.
- Bunlardan biri Allah’ı Rab Kur’an’ı din edinen kişinin yaşam biçimi;
- Diğeri, şeytanı rab, şerri/şeytanlığı din edinen kişinin yaşam biçimi (sömürme ile biyolojik ve zihinsel tutsak kılmaya dayalı sistemdir).
Bunların her ikisi de kendi başına birer ahlak sistemidir. Birincisi Rahmani, diğeri ise şeytani ahlak diye nitelendirilir.
İki ekonomik sistem olduğuna göre, iki ekonomik yaşam biçimi/ahlakı var demektir. Bunlardan birincisinin ekonomik ahlakı oluşturacak yaşam biçiminin temel davranışları Kur’an’ın indiriliş sırasına göre erken Mekke döneminde başlamıştır. Yukarıdaki ayetler bunun belirgin örneğidir.
- Yüce Allah, Anlama ve Düşünme Yeteneği Verdiği İnsana Ayrıca Birbirine Zıt İki Yolu Gösterek Tercihini Kendisine Bıraktı
Beled 8-10. ayetlerinde Yüce Allah, sıkıntı içinde yarattığı insana (–özellikle de kuvveti ve malı ile iftihar eden mağrur /kibirli insana–) lütfettiği nimetlerden bazılarını anımsatıp yaratılış amacını göstermekte ve onun her hâlini bilen olarak, yaptıklarının karşılığını vermeye gücünün olduğuna işaret etmektedir.
İki Göz, Bir Dil Ve İki Dudak: Burada sayılan organlar mecazidir. Aynı organlar hayvanlarda da olmasına rağmen, onlar Allah’ı tanıyamazlar, ahreti idrak edip inanamazlar, yani sorumluluk bilincinde değillerdir. İnsan ise gözlerini açıp çevresine baktığında gerçeğin işaretlerini görebilir ve yanlış ile doğru arasındaki farkı anlayabilir. Dili ve dudaklarıyla kişiliğini ortaya koyabilir, hissettiğini açıklayabilir. Çünkü bu organların arkasında düşünme ve anlama yeteneği vardır. Dolayısıyla bu organlardan asıl maksat, “akıl ve bilgi kaynağı”dır.
Necdeyn (İki Belirgin Yol): “Necd” sözcüğü, “dağın tepesi, açık ve işlek yol, yüksek yer, minder, döşeme gibi oturacak yerler, ağaçsız mekân, deneyimli usta kılavuz, yiğitlik, çok terlemek, meme” gibi anlamlarda kullanılır.[1] Burada ise pasajın genel anlamı itibariyle sözcüğün, “açık ve işlek yol (belirgin yol)” manasını kabul etme zorunluluğu vardır. Nitekim İbn-i Abbâs dışında hiçbir bilgin, bu ayetle ilgili olarak, sözcüğün “meme” dışında diğer anlamlarını dikkate alarak bir açıklama yapmamıştır.
Ayette geçen “necdeyn” sözcüğü, “iki belirgin yol” anlamına gelmektedir. Bu yollar, hayır ve şer; iman ve küfür, hakk ve bâtıl olarak adlandırılabilen ve birbirlerinin zıddı olan iki yoldur. Rabbimizin iki yolu ifade eden birçok sözcük içinden necdeyn sözcüğünü seçmesi, bu yolların sıradan iki yol olmayıp dağın doruğu gibi çok uzaktan da görülebilen, çok belirgin iki yol olduğunu belirtmek içindir.
Bu açıklamalardan sonra ayetin takdiri şu şekilde yapılabilir:
“Biz insana sadece akıl ve düşünme yeteneği vererek onu kendi kendine yol bulsun diye bırakmadık, aynı zamanda ona yol da gösterdik. Ona önünde bulunan iyilik ve kötülük, doğruluk ve sapıklık gibi birbirinden belirgin şekilde ayrılabilen iki yolu açıkladık ki, düşünerek ve irâdesi ile dilediğini seçsin.”[2]
Beled 90/10. ayette geçen en-necdeyn sözcüğünü “iki yol”, yani iyi ile kötü, hayır ve şer yolları olarak belirtmiştim.
Gözlerden kasıt, hakikatin görülebileceği organlar demektir. Bu organlar aklı ifade etmektedir. Aklın eylemi de, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı görebilmek, anlayabilmek ve ayırabilmektir.
İki dudak ve bir dil de kişinin konuşmasını sağlamaktadır. Hem düşünmesini, hem de düşündüğünü ifade etmesi için gereken organları verdiğini Yüce Allah söylemektedir.
Biz de şunu söylüyoruz: Beled 90/10’da yer alan “ona iki yolu göstermedik mi?” ifadesi, eğitime işaret etmektedir. Yüce Allah gözü ve dudakları, yani beyni, selim aklı vermekle kalmıyor, onları kullanmayı da öğretiyor, ona var olan işletim yollarını da gösteriyor. Maddî anlamda yaratmak, eğitimle yaratma ile tamamlanıyor.
İşte Beled 90/10’da yer alan hedeynâ “göstermedik mi? götürmedik mi?” fiili ile “eğitmedik mi?” anlamı ifade edilmektedir. Onun içindir ki ana-babalar biyolojik, maddî doğumla işlerini tamamlamış olmuyorlar, çocuklarına eğitimle zihinsel düşünme şekli de vermeli, organların görevini yerine getirilmelidirler.
İki yolu göstermek, insanı özgür bırakmak anlamına da gelmektedir. İnsanın önündeki iyi ile kötü yolu gösterip, o yolların neler olduğunu ve nereye gittiklerini öğrettikten sonra seçenekte özgür bırakmak İlâhî eğitimin temel ilkesidir.
“De ki: “Hak Rabbbinizdendir. Öyleyse dileyen iman eder, dileyen inkâr eder” (Kehf 18/29).
Kısaca Kur’an okulunun istediği “iman”, özgürlükler içinde, özgür seçenek ve kararla olmalıdır. Özgürlükler içinde yapılan iman Allah’a ulaşacaktır. Kur’an okulunun temel derslerinden biri özgür irade, özgür düşünce, özgür karar ve özgür eylemdir. Bütün bunları işleyen Kur’an, insanlığa özgürlük dersi vermektedir.[3]
Diğer taraftan Yüce Allah, insana verdiği bu organların gereğini yerine getirmesini istemektedir. Çünkü bir organı amacına uygun kullanmak şükürdür.
Bu iki yol, Kur’an’da pek çok yerde değişik ifadelerle dile getirilmiştir:
“Kur’an’ı ve onun yaydığı sosyal aydınlığı, Kur’an’ı izleyen Elçi ve müminleri, Kur’an ışığı ile aydınlanan toplumları, Kur’an ışığından yoksun kalan toplumları, bilginleri ve bilginleri yücelten bilgileri, kara cahilleri ve kara cahilleri bu hâle getiren ilke ve anlayışları, benliğini bulmuş kimseleri ve benlik bulduran etmenleri “–ki O, ona taşkınlık yapma ve kendini koruma içgüdülerini /günah işleme (fücûraha) ve Allah’ın koruması altında olma (takvâha) yeteneklerini ilham etti–” kanıt gösteririm ki, benliğini arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu bilerek reddeden de kesinlikle zarara uğramıştır.”(Şems 91/1-7-8-9)
“Dinde zorlamak /tiksindirmek yoktur; iman, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten; iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûta küfreder; onu tanımaz Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.” (Bakara 2/256)
“Nuh, “Ey toplumum! Hiç düşündünüz mü, ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana Kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa?! –Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?”–” (Hûd 11/28)[4]
- Cennete Ulaştıracak Olan Yol Sarptır /Zorludur
“Fakat o, o sarp yokuşa saldırmadı.” (Beled 90/11)
Bu ayette yer alan “‘Akabe” sözcüğü, “badire, sarp ve çıkılması zor olan yokuş, tehlikeli geçit”;[5] “İktihâm” sözcüğü ise, “kendisi için zor ve meşakkatli bir işe yönelmek, çetin bir işe girişmek”[6] demektir. Nitekim Arapçada kullanılan, “kahame, yekhumu, kuhûmen, iktehame, iktihâmen, tekahheme, tekahhumen” sözcüklerinin hepsi de, kişinin büyük işlere giriştiğini, zor görevlere teşebbüs ettiğini, zorlukları göğüslediğini ifade eder.
Pasajın söz akışından, Rabbimizin Beled 90/10. ayette insana gösterdiğini söylediği “iki belirgin yol’dan;
- Birisinin ‘akabe (zor olan, çetin yol),
- Diğerinin de kolay yol olduğu anlaşılmaktadır.
Bu durumda ayet, “o kişi zor işe teşebbüs etmedi, kolay yolu tercih etti” anlamına gelir.
İki belirgin yol'un birincisi olan ‘akabe, “yükseklere giden, fakat zor geçitleri olan meşakkatli bir yol”dur. İnsanın bu yolu aşıp yükseklere çıkabilmesi için nefsine, heveslerine ve şeytanın vesveselerine karşı devamlı bir mücadele vermesi gereklidir.
İkinci yol ise kolaydır. İnsanın bu yola düşmesi için sıkıntıya girmesi gerekmez; kendini serbest bırakıp nefsinin bağlarını gevşetmesi yeterlidir. Böylelikle dalâlete düşen insan, kendisine gösterilen iki yoldan kolayını seçmiş olur ve kendisini uçuruma götürünceye kadar bu yolu izler. Bu ayet;
* Bir taraftan inançsızların pasifliğini, basitliğini vurgularken
* Diğer taraftan da müminlere cennetin yolunu göstermektedir.
Ne var ki, gösterilen bu yolun çetin ve zor aşamalardan geçtiğini, cennetin ucuz veya bedelsiz olmadığını da ihtar etmektedir. Cennete varabilmek için kişi ile cennet arasındaki o sarp yokuşun mutlaka aşılması gerekmektedir. Bu da demektir ki, insan cennete ulaşmak istiyorsa para, mal veya emeğini o sarp yokuşu aşmak için harcamalı, nefse kolay gelen, ama insanı kötü ve zararlı bir sona götüren yollarda harcamamalıdır.
Klâsik eserlerde ‘akabe’nin, “ahretteki yollar”, “cennetle cehennem arasında bir yol”, “cehennemin üstüne konulan bir yol” olduğu şeklinde bazı rivayetlere de yer verilmiştir.[7] Bize göre, ‘akabe /sarp yokuş, Kur’an’da bildirilmiş olan “Allah düşmanlarıyla (hevâ, ins ve cinnden şeytanlar ile) mücadele yolu”dur.[8]
“Ve o sarp yokuşun ne olduğunu sana ne bildirdi?”
Bu Beled 90/12. ayette gizlenmiş olan iktihâm sözcüğü ile birlikte ayetin takdiri şöyledir: (Ve-mâ edrâke mâ iktehame’l-’akabe) “=‘Akabe’ye saldırmanın ne olduğunu sana ne bildirdi?”
Bu ifade tarzı, ‘akabe’ye saldırmanın kimse tarafından bilinemeyeceğini değil, ‘akabe’ye saldırmanın önemini vurgulamaktadır. Bu görev, zor ve zahmetlidir, ama sonu –hem bireysel hem de toplum olarak–mutluluktur. Yani, zahmetten rahmet meydana gelecektir. Dolayısıyla başta Peygamberimiz olmak üzere tüm insanlık ‘akabe'ye saldırmaya, zor ve zahmetli bir göreve yönlendirilmektedir.
- Ekonomide Ahlakīlik /İnsanīlik /Medenīlik Nedir?
- Köleyi özgürleştirmektir.
- Veya salgın bir kıtlık gününde yakında bulunan bir yetime,
- Veya topraklara düşmüş; sürünen yoksula, işsize yemek yedirmektir.” (Beled 13-16)
( a ) Köle Azat Etmek (Fekkü Rakabe):
“Fekk” sözcüğü, “bağı çözmek, kelepçeyi çıkarmak” demek olup serbestliği kısıtlayan engeli ortadan kaldırmak manasına gelir.[9] Örneğin, rehin bağını çözmek, rehni kurtarmak da (fekkü'r-rehn) deyimi ile ifade edilir. Yani, serbest bırakılan her şey aslında fekkedilmiştir. (fekkü'l-hıtâb = kontrolsüz söz, sözün salıverilmesi) deyimi de bu kökten gelir.
Eskiden tutsakların boyunlarından ve ellerinden bağlanması Araplar arasında âdet olduğundan, bu bağların çözülmesi de [fekk] sözcüğü ile ifade edilirdi. Daha sonra tutsakların bu şekilde bağlanma âdeti kalkmış olmasına rağmen fekk sözcüğü, tutsakların salıverilmesi için kullanılmaya devam etmiş ve tutsakların salıverilmesi işi (fekâk=çözme) sözcüğü ile ifade edilmiştir.[10]
(Rakabe) sözcüğü ise, “boyun” demektir. Bu sözcük zaman içinde “bir parçayı söyleyip bütününü kasdetmek” yoluyla mecâz olarak “zat, kişi, şahıs” anlamında, özellikle de hürriyetini kaybetmiş insan, tutsak veya köle için kullanılır olmuştur.[11]
Fekkü rakabe deyimi, “esirlik bağıyla bağlanmış bir boynu, yani bir kimseyi, bir insanı tutsaklıktan kurtarıp özğürlüğüne kavuşturmak, köleliğini sona erdirmek” anlamına gelir. Bu da doğal olarak insanın önce kendi özgürlüğüne sahip olmasını, kendi boynunu her türlü tahakkümden kurtarmış olmasını gerektirir. Nitekim fekkü rakabe deyiminin bir başka anlamı da, “herkesin kendisini boyunduruktan kurtarması”dır. Ancak dikkat edilmelidir ki bu anlamdaki boyunduruk, herkesin kendi çalışması ve kendi kazandıkları ile altında bulunduğu ipotek (sorumluluk yükümlülüğü) olup Rabbimiz tarafından konulmuştur:
“Her benliğini bulmuş kimse –sağın yaranı hariç– kazancının karşılığında bir rehindir.” (Müddessir 74/38-39)
“Ve iman eden, soyları da iman ile kendilerine uyan kimseler; işte Biz, onların soylarını da kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazandığıyla rehindir.” (Tûr 52/21)
Kölelik, başlangıcı insanlık tarihinin çok eski devirlerine, tarihin “uygarlık” olarak kabul ettiği Eski Yunan ve Roma’ya dayanan ve insanî değerler yönünden yüz karası olan bir kurumdur. Bu kurum ancak XX. yüzyılda uluslararası sözleşme ve yasaklamalarla hukuk dışı ilân edilmiştir. Allah’ın özgür yarattığı insanın bir başka insanın mülkiyetine alınması demek olan bu utanç verici kurum, 14 asır önce Rabbimiz tarafından “köle azat etme”nin insanı cennete götüren davranışlar arasında sayılması suretiyle işareten yasaklanmıştır. Çünkü yukarıda da açıklandığı gibi, köleleri özgürleştirme faaliyeti, saldırılması ve aşılması gereken ‘akabeüzerindeki işlerden sayılmaktadır.
Tek bir bireyin özgürlüğüne kavuşturulması bile insanı cennete götürecek erdemli ve kahramanca davranışlardan biri olarak kabul edildiğine göre, köleliğin topyekun ortadan kaldırılması yolundaki mücadeleye Allah katında ne değer verileceği, her Müslüman’ın üzerinde iyi düşünmesi gereken bir husustur.[12]
Fekkü rakabe ifadesinden “köleyi, tutsağı azat etmeyi, onu özgürlüğüne kavuşturmayı” anlıyorsak bundan şu sonucu çıkarabiliriz:
* İnfakın en üstünü, köleleri özgürlüklerine kavuşturmak için yapılan yatırımdır. Günümüzde biyolojik ve zihinsel bağlamda bakıldığında kölelik çok farklılaşmıştır. Eskiden köleler pazarda satılırdı, para ile alınıp kullanılırdı. Çağdaş kölelik çok daha farklılık kazanmıştır.
Kölelik siyasete girmiş, kalemlere sıçramış, istihdam alanı değişmiş, yakından değil; uzaktan kölelikler başlamıştır. Teşkilatlanmalarda görünen kölelik, eski köleliklere rahmet okutmaktadır. Belki özgür dolaşıyorlar, ama köle beyin, köle kalemler çağdaş köleliği çok iyi anlatmakta, köleliğin ne denli değiştiğine işaret etmektedir.
İşte Yüce Allah, insanlığı bu köleliğin bağlarından kurtarmak için para harcamanın zor bir yokuşa tırmanmak gibi önemli bir amel olduğunu açıklamaktadır.
Onun içindir ki A‘râf 7/157’de Hz. Peygamber’e, “insanlara vurulan bu zincirleri kırma” görevini vermektedir. Kısaca şunu söyleyebiliriz: Kur’an, köleliği kaldırmayı ve bu uğurda para harcamayı, yatırım yapılmasını ibadet olarak kabul etmektedir. Böyle bir eyleme ibadet niteliğini verecek hiçbir doktrin yoktur.[13]
( b ) Salgın, Kıtlık Veya Âfet Günlerinde Yakında Bulunan Bir Yetime ve Yoksula Yemek Yedirmek
Rabbimiz, ‘akabe’ye saldırmak anlamına gelen bir diğer işin de, salgın bir kıtlık gününde, akrabalığı olan (yakında bulunan) bir yetime veya topraklara düşmüş (sürünen) yoksula, işsize (miskin) yemek yedirmek olduğunu bildirmiştir. Bu erdemli iş, kölelerin özgürleştirilmesi yönündeki ilâhî teşvikten hemen sonra gelmektedir.
Mesğabe sözcüğü, seğâb sözcüğünden mimli mastar olup “açlık” (özellikle “sıkıntı ve yorgunluk içinde açlık”) demektir. Ebû Hayyân ise sözcüğün, “genel anlamda açlık” demek olduğunu, ancak “susuzluk” için de kullanıldığını belirtmektedir.
Yemeğin nadir ve bulunmaz olduğu açlık anları, imanın içyüzünü ortaya koyan bir mihenk taşı gibidir. Böyle genel bir açlık sırasında insanın kendisi de açlıkla karşı karşıya iken ihtiyaç içinde olan bir başkasına yemek yedirebilmek, bir bakıma o kişinin canını kurtarmak demektir. Bu nedenledir ki böyle bir anda açı doyurmak, köle azat etmek gibi ‘akabe’ye saldırma kapsamında sayılmıştır. Bununla beraber, yemek yedirilmeye en hak sahibi olanlar ayette şöyle sıralanmıştır:
“Akrabalığı olan (yakında bulunan) bir yetim”
Yakınlık’tan kastın, soy yakınlığı olduğu açıktır. Bununla beraber din yakınlığının da bu kapsamda olduğu kuşkusuzdur. Hatta komşu yakınlığını da bu kapsamda düşünmek, bizce yanlış olmaz.
İnkârcı ve azgın cahiliye toplumunda yetimler (akraba bile olsalar), her zaman haksızlığa ve zulme uğramakta idiler. Bu yüzden yetimlere iyi davranılması yönündeki buyrukları arka arkaya tekrarlayan Kur’an, âdeta bu tür buyruklarla dolup taşmıştır. Hatta yıllar sonra Medine’de inmiş olan surelerde miras, vasiyet ve evlenme ile ilgili konularda İslâm yasalarının yürürlüğe konması sırasında bile yine yetimlere iyi davranılması emredilmiştir (bkz. Bakara 2/220; Nisâ 4/1-10; Enfâl 8/41). Bu durum, yetimleri ezen bu çevrenin ne kadar taş kalpli bir toplum olduğunu göstermektedir.
“Onlar, sana neyi Allah yolunda harcayacaklarını /neyi nafakalaştıracaklarını soruyorlar. De ki: “Hayırdan /maldan; zamandan, bilgiden verdiğiniz şeyler /sağladığınız nafakalar, ana-baba, en yakınlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir.” Ve hayırdan ne işlerseniz, artık şüphesiz Allah, onu en iyi bilendir.” (Bakara 2/215)
“Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha yakın, Peygamber’in eşleri, müminlerin analarıdır. Ve akrabalar, Allah’ın yazgısında hepsi aynı derecededir, –koruyucu, yakınlarınıza herkesçe kabul gören davranışı yapmanız dışında– müminlerden ve muhacirlerden daha önceliklidirler. Bu, Kitap’ta yazılmıştır.” (Ahzab 33/6)
“Topraklara düşmüş miskin /yoksul...”
Metrabe sözcüğü de, “toprak” demek olan turâb sözcüğünden mimli mastardır ve “topraklanmak” anlamına gelmektedir. Ayette geçen zâ metrabe deyimi, Türkçede “toprağa döşenip taşa yaslanan” ifadesiyle ifade edilen, fakirlik ve şiddetli ihtiyaçtan kinayedir. Yani, fakirliğinden ve muhtaçlığından dolayı, üzerinde kendisini örtecek, altında da yere serecek bir şeyi olmadan toprağa yapışmış, aşırı yoksul, miskin demektir. Bu tür yoksullar için Türkçede “sürünüyor” sözcüğü kullanılır.
Genel açlık zamanlarında böyle şiddetli ihtiyaç ve yoksulluk içinde kalmış kimselerin varlığı sıkça görülebilir. Bu durumdaki çaresiz kimselere akrabalık ve yakınlık aramadan yemek yedirmek, âdeta aşılması büyük kalp kuvveti ve gayret gerektiren sarp bir yokuşa tırmanmak gibidir. Zaten değeri de bu zorluğu aşma konusunda gösterilen özveriden kaynaklanmaktadır.
Gerçekten de kıtlık ve zaruret döneminde karşılıksız yardımda bulunmak, nefse ağır gelen en zor şeylerden biridir ve bu yönüyle de normal dönemlerdekine göre daha fazla ücret ve mükâfatı hakk etmektedir. Bunu yapabilenler, sarp yokuşu aşan yiğitlerdir.[14]
“Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz “iyi adamlık” değildir. Ama “iyi adamlar”, Allah’a, Ahret Günü’ne/Son Gün’e, meleklere, Kitab’a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve özgürlüğü olmayanlara, Allah’a/mala/vermeye sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikame eden (mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan), zekâtı/vergiyi veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, özü-sözü doğru olanlardır. Ve işte onlar, Allah’ın koruması altına girmiş kişilerin ta kendileridir.” (Bakara 2/177)
“Şüphesiz, “iyi adamlar”, kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah rızası için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah’ın kulları içerler. …” (İnsan 76/5-8-22)
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla “iyi adamlık” mertebesine eremezsiniz. Ve siz, her neyi bağışlarsanız kesinlikle Allah, onu en iyi bilendir.” (Âl-i İmrân 3/92)
Bu tür harcamalar, insana şehvânî tatlar vermez. Tam aksine fedakârlık için nefislerin zorlanması gerekir. Köle azat etmek, bir kimseye malî yardımda bulunmak, bir borçlunun borcunu ödemek, yük altında ve borç içinde olan çaresize yardım etmek, aç bir kimseyi doyurmak, akraba veya komşu olan yetime destek olmak, iflâs ve fakirlik dolayısıyla muhtaç duruma düşene yardımcı olmak gibi davranışlar, insana zevk için yapılan harcamaların getirdiği şöhreti ve itibarı kazandırmaz, ama sahiplerini ‘akabe denen o sarp geçitten geçmiş olma başarısının manevî haz ve uhrevî kazancına ulaştırır.
Beled sûresi indiği sıralarda Müslümanlar Mekke’de müşriklerin kuşatması altında idi. Müminler o dönemde sırtlarını dayayacakları herhangi bir sosyal destek kurumundan da yoksun idiler. Kölelik hem Arap Yarımadası’nda hem de yarımadayı çevreleyen bölgede yaygın bir durumda idi. Kölelere çok sert ve acımasız davranılmaktaydı. Bu kölelerden Yâsir ve ailesi gibi, Rebah oğlu Bilâl gibi, Suheyb ve benzerleri gibi –Allah hepsinden razı olsun– bazı kişiler Müslüman olunca, zalim olan efendilerinin çok acı, dayanılmaz işkenceleri ile karşılaştılar. Bunun üzerine anlaşıldı ki, bu köleler ancak zorba efendilerinin elinden satın alınmak yolu ile kurtarılabilirler. Her zaman âdeti olduğu gibi bu çağrıya da ilk koşan, emre tereddütsüz, gönül huzuru içinde ve dosdoğru olarak sarılan ve yerine getiren yine Ebû Bekir olmuştur.
Peki, Sarp ve Dik Yokuşa Tırmanmanın Sonucu Nedir?
Bu sorunun yanıtını Allah, şu ayetinde veriyor:
“Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için harcamada bulunanların /başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlayanların durumu da kendisine bol yağmur isabet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir.” (Bakara 2/265)
Bu insanlar dağ gibi yüce ruhlu insanlardır.Yaptıkları ile kendilerine bir cennet oluşturmaktadırlar. İşte Yüce Allah ‘akabe denen dik,sarp yokuşu bu şekilde anlamlandırmaktadır. Bu dik, sarp okuşa herkes tırmanamaz. Beyninin, aklının/kalbinin zihinsel damarları tıkalı olan bu yokuşa atılamaz. Neden? Yukarıdaki olumlu davranışları gerçekleştirenlerin yaptıklarının sevaba dönüşebilmesi için de gerekenler var: Şöyleki:
“Sonra da iman edip de sabrı tavsiyeleşenlerden ve merhameti tavsiyeleşenlerden olmaktır.” (Beled 90/17)
Ayette iman etmenin yanında sabrı, yani açlık sorununun üstesinden gelmek için gayret göstermeyi önermek /tavsileşmek, sabrı da merhametin üzerine oturtmak gerekiyor. Merhameti olmayanın, köleleri azat etmek için para, emek harcaması olası değildir. Yoksulu doyurması da mümkün değildir. Esasen sabır ve merhamet topluma, insanlığa huzur, barış, sevgi ve adalet getirir.
Çağımızda gıda, ilaç emperyalizmi üzerinden biyolojik tutsaklık ve soykırımı; ekonomik ve kültür emperyalizmi üzerinden zihinsel tutsaklık ve soykırımı küresel bağlamda 1930’lu yıllardan beri artarak sürdürülmektedir. Toprağa, tohuma, insanın biyolojik ve psiko-ideolojik yapısına karşı uygulanan bu zorbalık ve zulmü 20. yüzyılda Mustafa Kemal Atatürk 1919-1938 yılları arasında verdiği ve zaferle taçlanan mücadelesi yeniden örnek alınarak acilen güncellenmek durumundadır. İnsanlık ve uygarlığın bir numaralı çözümlenmesi gereken sorunu ve konusu olarak 2021 yılının gündemini oluşturmaktadır.
Sedat Şenermen
Kaynakça
[1] İbn MANZUR, Lisânü’l-Arab, “N-c-d” mad.
[2] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2015, c.1, s.718-719.
[3] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, İstanbul, 20027, 2.Basım, c.21, s.136.
[4] Ayrıca bkz. YÜCE KUR’AN KÂFİRÛN/6; YÛNUS/99, 108; TEĞÂBÜN/2; ZÜMER/7, 15; FUSSILET/40; İNSAN/2-3; NAHL/9; SECDE/13; MÂİDE/48; NAHL/36, 93; İSRÂ/15, ŞÛRÂ/18, 20; HÛD/15-16; İSRÂ/18.
[5] İbn MANZUR, Lisânü’l-Arab, “’A-k-b” mad.
[6] İbn MANZUR, Lisânü’l-Arab, “K-h-m” mad.
[7] KURTUBÎ; el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an.
[8] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, c.1, s.720.
[9] İbn MANZUR, Lisânü’l-Arab, “F-k-k” mad.
[10] Bkz. Fahruddin RAZİ, el-Mefatihu’l-Gayb.
[11] Râgıb el-İSFEHANİ; el-Müfredât.
[12] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, c.1, s.722-723.
[13] Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.21, s.138.
[14] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, c.1, s.724.
Tüm Köşe Yazarları
-
Rifat Serdaroğlu l Türkiye'ye Kadın Eli Değmeli
08 Mart 2021, 10:44 -
Sedat Şenermen l Dünya Kadınlar Günü
08 Mart 2021, 08:32 -
Rifat Serdaroğlu l Vebal Altındasınız!
07 Mart 2021, 11:26 -
Rifat Serdaroğlu l Bana Dostunu Söyle
06 Mart 2021, 11:01 -
Prof. Dr. Haydar Çakmak l Niçin Bu Kadar Parti Kuruldu?
05 Mart 2021, 16:13 -
Rifat Serdaroğlu l Esir Miyiz/Rehin Miyiz?
04 Mart 2021, 19:47 -
Rifat Serdaroğlu l İnsan Haklarını Eyleme Planı
03 Mart 2021, 12:41 -
Rifat Serdaroğlu l Bir Duruşu Olmalı İnsanın!
03 Mart 2021, 10:50 -
Rifat Serdaroğlu l Gerçekler Konuşulsun Artık
27 Şubat 2021, 18:07 -
Sedat Şenermen l Gıda Emperyalizmi
27 Şubat 2021, 14:04